Dergiden Seçmeler

Barış Ve Şiddet Sarmalında İslam
Prof. Dr. Kadir ALBAYRAK Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar. (Giordano Bruno)

Son dönemlerde Batı medyasında ve entelektüel mahfillerde İslam’la ilgili bir söz açıldığında hemen “cihat” kavramı gündeme gelmektedir. Cihat, kendi kültürel kodları gereği Batılılarca “kutsal savaş” olarak tercüme edilmiştir ki bunun ne Kur’an’daki ne de hadislerdeki asıl anlamıyla bir ilişkisi vardır.

 

 

Son yıllarda bilhassa Batı’da İslam dininin şiddet ve terörle özdeşleştirilme gayretleri görülmektedir.  Alman dinler tarihçisi ve tasavvuf uzmanı Annemarie Schimmel İslam dini için “yeryüzünde en çok yanlış anlaşılan din” tespitinde bulunmuş ve kendisi Batı’da İslam’ın doğru anlaşılması için büyük çaba göstermiştir.

 

ÖNCELİKLE vurgulamak gerekir ki, modern dünyada din-barış-şiddet ilişkisi çok yönlü ve karmaşık bir sorun olma özelliği taşımakta ayrıca bu durum sadece İslam’ı ve Müslümanları ilgilendirmemektedir. Amin Maalouf’un tabiriyle ifade edilecek olursa günümüzde, ilkel kabilelerin değil ama, “küresel kabilelerin” egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bazılarının öfkelendiği şeyleri, başkaları onaylıyor, mazur görüyor, hatta kimi zaman alkışlıyor. Şu veya bu şekilde, dünyadaki halkların tümü bir karışıklık yaşıyor. Zengin ya da yoksul, küstah ya da uysal, işgalciler, işgal altındakiler, kısacası hepimiz aynı dayanıksız sala binmişiz, hep birlikte suya gömülmek üzereyiz. Gelgelelim, yükselen denizi hiç dert etmeden birbirimize sövüp saymayı, kavga etmeyi sürdürüyoruz. Bize doğru yükselirken, deniz önce düşmanlarımızı batırsa, bu yıkıcı dalgayı alkışlayabiliriz bile. (Amin Maaulof, Çivisi Çıkmış Dünya, çev. Orçun Türkay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009, 19, 25.)

 

Son yıllarda bilhassa Batı’da İslam dininin şiddet ve terörle özdeşleştirilme gayretleri görülmektedir.  Alman dinler tarihçisi ve tasavvuf uzmanı Annemarie Schimmel İslam dini için “yeryüzünde en çok yanlış anlaşılan din” tespitinde bulunmuş ve kendisi Batı’da İslam’ın doğru anlaşılması için büyük çaba göstermiştir. Ona göre İslam’ın Batı’da yanlış anlaşılmasının başlıca sebeplerinden ilki, Hristiyanlıktan sonra doğmuş olan en büyük inanç sistemi olarak İslam dininin ona meydan okumasıdır. Diğer bir Batılı araştırıcı ise; “Batı’da, asla İslamiyet’e karşı hoşgörülü olmayı beceremedik; bu inanç sistemiyle ilgili fikirlerimiz daima kabaca, baştan savma ve kibirliydi ama artık bu tür cahilce ve önyargılı bir tutumu sürdüremeyeceğimizin farkına varmamız gerekiyor.” tespitini yapıyor. (Karen Armstrong, Hz. Muhammed, İslam Peygamberinin Biyografisi, çev. Selim Yeniçeri, Koridor Yayınları, İstanbul 2005, 25.)

 

Günümüzde kutsal metinlerin barışa yönelik olarak hayata geçirilmesinin önündeki engellerin başında, çağdaş bir hastalık olan çifte standart anlayışı gelmektedir. İslam öncesi Cahiliye Dönemi ile ilgili olarak anlatılan bir anekdotta; aşiret reisine zulüm ve haksızlığın ne olduğu sorulduğunda, düşman aşiretin benim malıma-mülküme, eşime, çoluğuma çocuğuma el koymasıdır dediği; adalet nedir şeklindeki soruya ise, benim onların malına-mülküne, eşine, çoluğuna çocuğuna el koymamdır karşılığını verdiği anlatılır. Günümüz dünyasında da esasen dinler arası değil, barbarlar arası bir savaş yaşanmakta ve taraflar kendilerini adalet, karşı tarafı ise haksızlık ehli olarak görmektedir. Sonuçta Müslümanların Kur’an’da barışla ilgili şu kadar ayet var, İslam kelimesinin anlamı barıştır, parolamız selamdır demeleri karşı taraf için hiçbir anlam ifade etmemekte veya tam tersi diğer kutsal metinlerdeki barış mesajları Müslümanları çok fazla ilgilendirmemektedir. Taraflar âdeta karşısındakinin açığını aramaya teşne görünmektedirler. Bu anlayış gerçek anlamda trajikomik bir tutumdur. Bir Arapça beyitte ifade edildiği üzere ifrat ve tefritin hükümferma olduğu öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, bu durum karşısında aklını yitirmeyenin aklı yoktur!

 

Kur’an’da; “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/208.) buyrulmakta, Hz. Muhammed için ise, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107.) denilmektedir. Allah insanları “barış yurduna” çağırmakta ve Allah bunu hak edecek iyi işler yapanların dostu olarak nitelendirilmektedir: “Rableri katında selam yurdu onlarındır. Allah yapmakta oldukları şeylerden dolayı onların dostudur.” (Enam, 6/127.) İslam dini bu anlamda herkese selam verilmesini ve verilen selamın misliyle veya daha güzeliyle alınmasını tavsiye etmiştir: “Size bir selam verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selamla karşılık verin.” (Nisa, 4/86.)

Müslümanlar kültürel yönden de geçmişlerinde barışı gerçekleştirmişlerdir. İslam ülkelerinde binlerce yıldır Müslüman olmayan değişik din mensupları barış ve huzur içerisinde yaşamışlar ve yaşamayı da sürdürüyorlar. Günümüzde milyonlarca Müslüman Batı ülkelerinde yine barış içerisinde hayatlarını idame ettirmekte, bizzat kendilerinden kaynaklanan bir sorun yaşamamaktadırlar.

Öte yandan, yine son dönemlerde Batı medyasında ve entelektüel mahfillerde İslam’la ilgili bir söz açıldığında hemen “cihat” kavramı gündeme gelmektedir. Cihat, kendi kültürel kodları gereği Batılılarca “kutsal savaş” olarak tercüme edilmiştir ki bunun ne Kur’an’daki ne de hadislerdeki asıl anlamıyla bir ilişkisi vardır. Bu yanlış anlamanın, daha önceden beri var olan İslam’ın “kılıç dini olduğu” şeklindeki önyargıya dayandığı bellidir. Özellikle Batı’nın İslam topraklarını sömürgeleştirme girişimine, Müslümanların doğal olarak karşılık vermeleri, dinlerini ve yurtlarını ne pahasına olursa olsun savunmaları, bunu yaparken de haklı olarak cihadın düşmana karşı mücadele anlamının öne çıkması, Batı’nın onu kutsal savaş olarak yorumlamasına neden olmuştur. Nitekim Roger Garaudy İslam’daki cihat ile Hristiyanlıktaki kutsal savaş kavramının özdeşleştirilmesini asırlardır süregelen İslam’ı şeytanlaştırma arzusunun tipik bir örneği olarak kabul eder. (Roger Garaudy, Yaşayan İslam, çev. Mehmet Bayrakdar, Pınar Yayınları, İstanbul 1995,101.)

 

Allah iman hususunda zorlamayı kabul etmemiş ve şöyle buyurmuştur: “De ki, Hak Rabbinizden gelmiştir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29.) “Eğer Rabb’in dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O hâlde sen iman etmeleri için insanları zorlayacak mısın?” (Yunus, 10/99.) Şüphesiz Kur’an’da bu ve benzeri yüzlerce ayet bulunmakta ve bütün bunlar Allah’ın gönderdiği dinin barışa, sevgiye, merhamete, adalete, haksız yere öldürmemeye büyük önem verdiğini ayan beyan ortaya koymaktadır.

 

İslam’ı eleştirenler sık sık dinden dönmenin (İrtidat) cezasının ölüm olduğunu ileri sürmektedirler. Klasik fıkıh kitaplarında buna cevaz veren görüşlere rastlanmakla birlikte bizim kanaatimize göre bu geleneksel görüş özü itibariyle siyasal içerikli bir yorumdur. Çünkü Kur’an’daki birçok ayet dinden/İslam’dan dönenin (Mürtet) cezasının ölüm olmadığını açıkça beyan etmektedir. Örneğin Bakara suresinde şöyle denilmektedir: “…Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara, 2/217.)

 

Ayetteki, “Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse” ifadesinden, bir mümin dininden döndürülebilirse hayatının sonuna kadar yaşayabilecek ve bu durumda olanların cezası yalnızca Allah tarafından ahirette verilecektir anlamı çıkmaktadır. Nisa suresinde ise, dinden dönenlerin cezasının Allah tarafından verileceği ifade edilirken şöyle buyrulmaktadır: “İman ettikten sonra küfre gidenleri, sonra yine iman edip tekrar küfre gidenleri, sonra da küfürde ileri gidenleri Allah ne affedecek, ne de doğru bir yola çıkaracaktır.” (Nisa, 4/137; ayrıca bkz. Âl-i İmran, 3/90.)

 

Anlaşılıyor ki imandan küfre dönenlere, küfürde ileri gidecek fırsat bile verilmekte, ancak bunlar Allah’ın affından mahrum kalmakta, doğru yola çıkma şanslarını yitirmektedirler. Eğer İslam’a göre mürtet dinî gerekçelerle öldürülecek olsaydı, onun ilk küfründen sonra öldürülmesi, küfürde ilerlemesine fırsat ve imkân verilmemesi gerekirdi. Bilakis ayetlerde kişinin kâfir bile olsa bu dünyada yaşama hakkına dokunulamayacağı ortaya konmaktadır.

 

Birinci Haçlı Seferleri esnasında Papa II. Urban “Tanrı böyle istiyor” (Deus vult) parolasıyla Yahudi, Ortodoks ve Müslümanlara karşı savaş ilan etmiş, binlerce insan haksız yere katledilmişti. Günümüzde de ne yazık ki kendilerini Müslüman olarak adlandıran kimi gruplar soğukkanlılıkla öldürdükleri, kestikleri insanların organlarını medya aracılığıyla bütün dünyaya servis etmektedirler. Ancak bunlar Kur’an’ın, İslam’ın ve Müslümanların asla kabul etmediği ve kesinlikle onaylamadığı insanlık dışı uygulamalardır ki, bu türden davranışlar Ebu Süfyan’ın eşi Hind’in, Uhut savaşında şehit edilen Hz. Hamza’nın ciğerini çiğnemesini andırmakta ve tarihe kara bir leke olarak düşmektedir.

Dolayısıyla Müslümanların ve diğer din mensuplarının şiddet sarmalından kurtulmak ve barış içerisinde yaşamayı gerçekleştirmek için sürekli başkalarını suçlama hastalığından kurtulmaları ve öfkeyle hareket etmekten uzak durmaları, sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma ortak ilkesine uymaları zorunludur.

​​​​​​